7 Haziran’dan 1 Kasım’a Özeleştiri, Hakkaniyet ve Gerçeklik
Hamza ER
Bu ülke nice seçimler gördü hayat memat haline getirilen. “Bu seçim çok önemli” sözlerinin yorumcular tarafından birçok seçim öncesi daima tekrarlandığına da şahit olmuşuzdur. Ancak son 13 yılda AK Parti iktidarıyla beraber olağanlaşan, cevabı bilinen sonuçlarla seçimler de önemini yitirmiş, sandıklara adeta malumun ilanı olarak bakılmaya başlanmıştı.
2002’den bu yana gerçekleşen 9 seçimden zaferle ayrılan Ak Partinin, 7 Haziran seçimlerinde birinci olmasına karşın tek başına iktidarı kaybetmesi üzerine ülkenin gündemi, gidişatı ve siyasi hatlar da tamamen değişmiş oldu.
‘AK Parti niye oy kaybetti, HDP nasıl oldu da ülkenin bir gerçeği haline geldi, PKK’nın yeniden katletmeye başlamasının anlamı neydi, siyasi dengeler nasıl bu kadar keskin değişim gösterdi, emperyalist ülkeler bu sürecin neresinde ve İslami hattın -kesimin- bu süreçteki çözülmüşlüğü nasıl izah edilebilir’ gibi üzerinde konuşulup düşünülmesi gereken başlıklar ortaya çıktı.
Doğru analiz edilmesi gereken bu soruların içeriği, kişilerin kendi ideolojik pencerelerinden bakması, öfke ve hınç tavırları, anlamsız kindarlıklar ve adaleti örten tarafgirlikler sayesinde bulandırıldı. Maalesef, hakkaniyet ve erdemli duruş kaybedildiğinden insanlara bu bulanmış, puslu ortam karşısında çok fazla tercih de bırakılmadı. Ya amigo fanatizmi ile yaklaşmak, ya çıkar ve rant hesapları üzerine duruş sergilemek, ya da sessizliği tercih edip içe kapanmak…
Adalet, öz eleştiri, iç muhasebe, inanç ve kimlik merkezli okuma gibi yaklaşımlara karşı yabancılaşma, yakışıksız tavırlar, söylemler ve tercihlerin görülmesini doğurdu.
Laik, seküler bir kafayla yetişmiş, dini hiçbir motife bile tahammül etmeyen kesimlerin bu haline şaşmamalıydı.
Devleti biz yönetiriz, yönetmeliyiz küstahlığı ile hükümet kurup, hükümet yıkan medya ve sermaye tarafının bu türden dengesiz feryatları da olağandı aslında…
Örgütlerin eline küçük yaşta düşüp ‘halkların özgürlüğü, devrim, bağımsızlık’ gibi sloganik hipnoza uğrayan gençler için de bu şuursuzluk hali normal görülebilirdi.
Peki, hayatı, gelişmeleri ve de geleceği Müslümanca değerlendirip inşa etmesi gereken Müslümanlar için bu zaaflar normal miydi? Herşeyin, her değerin tüketildiği, içinin boşaltıldığı, insanlığın umudunu, güvenini yitirdiği bir dönemde, daha net, açık ve tutarlı olması gereken Müslümanlar niçin estirilen rüzgârların etkisiyle oradan oraya savrulmalar yaşadı? Kendi hatalarının faturasını kendileriyle beraber, temsiliyet görüntüsünde oldukları pak inançlarına kestirerek büyük veballerin doğuşuna niçin sebep olundu?
Gerçekten Müslümanların derdi miydi asıl dertlenilen, yoksa iktidarın sağladığı makam, statü, ulufe, çıkar ve zenginliklerin elden gitmesi korkusu mu?
Bu toz duman içerisinde, cevval ve kararlı davetlerin ayyuka çıktığı bir dönemde yeni bir şey söylemenin faydalı olabileceği kanaatimiz de azalmış durumda.
Bu türden kaygan bir zeminde estirilen rüzgârlara karşı direnip soğukkanlılıkla değerlendirme yapmaya çalışanlar, ‘mağaraya çekilin, bunlar yosun tutmuş fikirler, küflenmiş düşünceler, ilkeller’ gibi sözlerle alaya uğrayıp yok sayılsa da, tarihe not düşme adına sözlerin esirgenmeden ifade edilmesine olan inancımız gereği son yaşananlara dönük şu soruların cevap bulmasını önemli görmekteyiz:
7 Haziran’da ki tablo ne anlatıyor? – Ülkede oluşturulmak istenen kaos ortamı nasıl okunmalı? -
Gelecek adına sağlıklı değerlendirme adına neler söylenebilir?
7 Haziran’da ki tablo ne anlatıyor?
Yıllardır beceriksizlik ve bunun bir sonucu olan istikrarsızlık ortamından bunalmış halkın kendisine teveccühte bulunduğu AK Parti, 2002’den bu yana 9 seçim kazanmış, görece özgürlük alanlarının açılması ve piyasalara yansıyan olumlu ekonomik tabloyla bu desteği alabilmeyi başarmıştı.
7 Haziran seçimlerinde ikazla yer değiştiren bu desteğin azalması üzerine sağlıklı değerlendirmelerden kaçınıldığı, halkı kıymet bilmeyen, nankör konumuna iten yaklaşımlarda bulunulduğuna şahit olduk. Daha düne kadar AK Partiye oy verenleri “göbeğini kaşıyan adam, köylünün oyu, siz herşeyi hak ediyorsunuz” sözleriyle hakir gören muhalefetin kullandığı bu dili bu sefer AK Partili bazı yöneticilerin ve taraftarlarının kullandığına tanık olduk.
“’Birkaç ırgat bir araya geldi ve bazı eksikleri ve kusurları olsa bile Türkiye’yi şaha kaldıran ve alternatifi de ortada bulunmayan iktidarı yıktı.’ ‘Bu hizmetin karşılığı bu olmamalıydı, her toplum layık olduğu idare ile yönetilir. Kendi Düşen ağlamaz.’ ‘Bu cahil, zalim halk siz bu yöneticilere layık değilsiniz.’” açıklamaları ile denge sorunu yaşayan iktidar kesimi onarım çalışmalarından uzak yaklaşım içerisindeydi.
Aslında sorunun temelinde bir güç zehirlenmesi yatmaktaydı. 13 yıllık iktidar oluşun hissettirdiği muktedirlik duygusu Erdoğan’dan en alttaki teşkilat sorumlularına kadar “biz güçlüyüz, söz sahibiyiz ve alternatifsiziz” anlayışının kökleşmesini sağladı. İlk dönemdeki toplumun farklı kesimlerini ve taleplerini anlamaya çalışan yaklaşım terk edilerek azarlayan, dikkate almayan, dinlemeyen bir karaktere bürünüldü.
17 Aralık yolsuzluk soruşturmasında adı geçen 4 bakanla el ele balkon konuşması yapılması ve mecliste yüce divan yolunu kapatacak yönde bir duruş sergilenmesi de, geçmiş dönemlerin kirlerinden bunalmış halkın tutunacağı bir güven eli olma hakkını kaybettirdi.
Her açıdan israf ve gösterişin sembolü olan AK Saray inşası ve sürekli yinelenen başkanlık takıntısı da, Erdoğan ve AK Partinin toplumsal hasar görmesinde etkili oldu.
Ayrıca, partinin kendi içerisinde bir burjuvazi kanat üretmesiyle de halktan kopuş gerçekleşti. Artık lüks araçlar içinde parıldayan marka kıyafetlerle gezen kadınlar üzerinden meşru islami tercihlere karşı eleştiri ve kızgınlık birikimi gerçekleşmeye başladı.
İhalesinin, İslami!!! tatilinin, çocuğunu okutacağı Amerikan ve Avrupa üniversitelerinin hesabını yapan AK partili burjuvazi ile geçimini zor şartlarda sağlayan halk arasında ki mesafe açıldıkça açıldı. Tevazu ve sadelik yaşam biçimleri olması gerekenler, şimdilerin moda toplantıları, defileleri, lüks şatafatlı düğünlerini gerçekleştiren kesimleri haline geldi.
Belediyelerden en üst makamlara kadar görevlendirme yapılırken liyakat yerine teşkilattan olma kriteri arandı. Tüm iş başvuruları, parti merkezlerinden onay verilirse dikkate alınmaya başlandı.
AK Partinin Kürt seçmenden destek kaybı da son seçimlerde oldukça yüksek oldu. Uludere’de (Roboski) 34 gencin F16’larla katledilmesinin faillerinin ortaya çıkarılamaması ve dosyanın kapatılması bölge insanına ciddi bir hayal kırıklığı yaşattı.
Ayrıca, çözüm sürecindeki belirsizliklerin, sahnelenen görüşme ve ziyaretlerin de bölge insanını PKK’ya sevk eden bir etkisi olmaya başladı. Her ne kadar geçici bir süre de olsa Türk ve Kürt gençlerinin ölümlerinin durdurulması olumlu olarak görülse de, sorunun çözümü için tek muhatap olarak PKK’nın ve birilerinin ‘bebek katili’ dediği Öcalan’ın gözükmesi, PKK-HDP çizgisini bölge insanı üzerinde meşrulaştırmış, tek hak arama merci olarak görülebilmesine imkân sağlamıştır.
Gezi olaylarından bir efsane çıkartan, seçim zamanı 18 yaşını doldurmuş gençlerin en az destek verdiği parti haline gelen AK Parti’nin, gençler üzerindeki intibaının bozuk hale gelmesini de bu sorunlar yumağı içerisinde görebilmeliyiz.
Tüm bu değinilerimize bir de Paralel paranoyasını eklememiz gerekir. Ergenekoncuları içeriye tıkayan, şikecilere, hırsızlara kumpas düzenleyen, her taşın altında elleri olan bu paralelcilerin! foyasının 12. iktidar yılının sonlarında ortaya çıkması toplumsal mutmainliği oluşturamamıştır. İktidar saflarında kullanılan yoğun saldırganlık dili ile doğru düşünme ve değerlendirme algısının kaybedildiği görülmüş, bu yeni düşmanın deşifresiyle sıfırdan iç ve dış politika da değişimlere gidilmiştir. Bu süreç yeterli açıklık ve netlikle halka sunulamamıştır.
Ülkede oluşturulmak istenen kaos ortamı nasıl okunmalı?
Böyle bir arka planın etkilediği seçimlerin hemen akabinde Suriye topraklarında yer alan Ayn-el Arab(Kobani) bölgesine geçmek üzere Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde bir araya gelen topluluğa yönelik 32 kişinin hayatını kaybettiği bir bombalı saldırı gerçekleşti.
Ülkenin son dönemdeki sükûnetini bozan saldırı ve operasyonların fitilini işte bu Suruç saldırısı ateşlemiş oldu.
Kim tarafından ve hangi amaçla yapılmış olursa olsun, ölenler ve öldürenlerin hangi düşünceye ve fikre sahip olduklarına bakmadan asla tasvip edilemeyeceğinin söylenmesi gereken bu saldırı sonrasında PKK, çok önceden ilan ettiği ateşkesi bozma kararını yürüttüğü alçakça saldırılarla göstermeye başladı. TSK’da PKK kamplarına operasyonlarına başladı.
Uzatmadan söylemek gerekir; tüm bu hadiselerin ve yaşanan ölümlerin asıl sorumlusu coğrafyamız üzerinde kirli hesaplar güden Batı emperyalizmi, onun işgal politikaları ve bu uğurda kullandıkları işbirlikçilerdir. Halkları birbirine kırdıran, iç savaşlar çıkartan, mezhebi ya da etnik parçalanmalar başlatan Batılı devletler, nitelikli İslami gelişimin önünü keserek ölçüsüz şiddet eğilimi olan akımlara alan açmakta, sürekli yönlendirdikleri taşeron örgütler eliyle de şer planlarını yürütmeye devam etmektedirler.
Ulusal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkan Kürt sorununa karşı İslami kardeşlik hukuku kapsamında yaklaşılamaması, Laik devletin dindar Kürt halkını kucaklama değerlerinin olmaması bölge gençlerinin PKK’nın kucağına akışını engelleyememiştir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, hiçbir örgüt arkasında, yanında bir devlet gücü olmadan başka bir devlete karşı uzun yıllar direnç gösteremez. Bu sebeple PKK mücadelesi bir kahramanlık, başarı modeli olarak değil, kâfir emperyalist devletlerin, çekiç güçlerin, İsraillin, Almanya’nın, Ermenistan’ın ve diğerlerinin beslemesiyle şuursuzca kan döken, hedefsiz, taşeron barbarların kara tarihi olarak görülmelidir.
Kazananın asla insanımızın olmayacağı bu kirli oyunda, kışkırtıcı ve tahrik edici açıklamalar peşinde koşanlar ibretle görülmeli, bu zavallı ölü sevicilerin insanların kanları üzerinden güç arttırabilme eğilimleri de mahkûm edilmelidir.
Oy oranlarının artması ve bölgede hakim güç olabilme aşkıyla bu türden kaos projelerine eğilenler, özellikle İslam’ın merhamet ve kardeşlik temasıyla yetişmiş bölge insanımızın gözünde değersiz hale gelmelidirler.
Gelecek adına sağlıklı değerlendirme adına neler söylenebilir?
Gündemin saptırıldığı ve kutuplaşmaların arttırıldığı hadiselere karşı, toplumun daha fazla duyarlı ve dikkatli olması gerekiyor.
Doğru olana, meşru ve akli selim davranışlara eğilimin köreltildiği, şiddeti merkeze alarak şuursuz kutuplaştırıcı baskının gittikçe arttırıldığı bir dönemin galip gelmesinden endişe duymalıyız.
Bizler, kirli ellerin ideolojik işaretlerine bakmadan, eylem yapılırken ki atılan sloganları dikkate almadan, insanımızın bağrında ateş yakan, acılar yaşatan tüm anlayışları reddettiğimizi beyan edebilmeli, hangi ırka, inanca, düşünceye sahip olursa olsun, şuursuz bir cinnet haliyle insanların birbirlerini yok etmeleri gerektiğini teşvik eden şer atmosferine karşı direnç gösterebilmeliyiz.
Evet, ortada ciddi bir sorun olduğu doğrudur. Yeniden insanımızın güvenlik, eminlik kaygısı gütmeye başladığı açıktır. Böyle bir ortamda politik arenada yer alanların çözümü, kurtuluşu kendilerinde göstermelerinden daha doğal bir şey yoktur. 1 Kasım seçimlerinin tüm bu sorunların çözümü olarak dönüm noktası olarak sunulmaya başlanması bu kesimler açısından normaldir.
Her biri sırtındaki sopasını tutan kadar hareket edenlerin bu kurtuluş nidaları normal olmakla birlikte bir o kadar da komiktir. İç ve dış politikaya dönük siyah beyaz kadar zıt farklılıklar gösteren ve küresel rüzgârlara göre keskin yön değiştirenlerin bağımsız ve özgün olmayan beyanları ciddiye alınmamalıdır.
Çünkü ulusal söylemlere sahip, Laik, Kapitalist, Mustafa Kemal ilkelerini rehber edinmiş, dışa bağımlı, topraklarında emperyalist devletlerin üslerini ve askerlerini barındırmaktan vazgeçemeyen siyasi akımlar -ki tüm partiler bu kategoridedir- insanlık için umut olacak çözümlemeler sunamazlar. O halde bu seçim süreçlerine bel bağlamak yine, yeni aldanmışlıklar peşinde koşmak olmayacak mı? Daha önce “artık yeter, kader seçimi, son şans” gibi sunulan nice davetlere inancını, kimliği kurban edenlere sormamız gerekmiyor mu halen yorulmadınız mı diye…
İslami bilinçlenme düzeyine ulaşamamış kesimler bir yana, Kur’an merkezli okuma yürüten, vahyin inşa edici dilini kendisine rehber kıldığını iddia eden mü’minlerin bu abartılı döngüye kendilerini kurban etmeleri asıl sorunlu olandır. İlginç olan, her politik projenin kendilerine İslamcılıktan bozma payandalar bulabilmesidir.
Marksist, sosyalist kimliğe sahip, kan dökmeyi benimsemiş, içerisinde sapkın cinsel eğilimleri olan sapıkların yer aldığı HDP çatısında bulunabilmeyi midelerine sindiren eski İslamcıların varlığı ibretliktir. Kurucu değerlerini muhafaza eden rejimi sahiplenmiş, daha bir devletçi, Türkçü refleksler gösteren, kapitalistçe düşünen, yaşayan, İslami hiçbir temeli olmayan sivil, özgürlükçü, demokratik talepleri merkeze almış İslamcıların varlığı da aynı bir o kadar dramatiktir.
Bugün, toplum da kaybolan güveni yeniden kazanacak, adalet ve merhamet dilini ön plana çıkarmış, sorumlu içerikler taşıyan görüş ve yaklaşımlara ihtiyaç bulunmaktadır.
Artık, sadece Allah’ı tekbir edip yücelten, itaatini bir tek ona yapan, yüzkızartıcı, boyun büken hayâsızlıklardan, günahlardan arınarak, elbisesini temiz tutan, şirk başta olmak üzere tüm haramlarla arasına mesafe koyan, yaptıklarını, çabalarını daha çok istekte bulunmak için, daha fazla imtiyaz ve daha fazla pay elde etmek için yapmayan ve her alanda sabrı kuşanan mü’minler topluluğunun İslami bir kalkış için kendilerini gösterebilmeleri elzemdir. (bkz. 74/Müddessir, 3,4,5,6,7)
Düşmanlık yerine kardeşlik, nefret yerine merhamet, öfke yerine sükûnet, ön yargı yerine adalet, bencillik yerine paylaşmak, körlük yerine hikmet, bölmek yerine birleştirmek; Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla bu coğrafya insanının dini olan İslam’ın temel değerleridir. Bu coğrafyanın insanlarına düşen ise İslam’ın özüne kulak vererek dünya ve ahirette ateşe götürecek yönlendirilmelerden korunmak olmalıdır.
Yüzyıllık parçalara bölünerek çatışan coğrafyamız yeterince kan görmüş, ulus sınırları ve ulus devletleri eliyle yeterince ayrışmış ve çatıştırılmıştır. İktidar uğruna halkını satan uşaklar eliyle yeterince katliamlar yaşayan bölge insanımızdır.
Bu acılara yeter demek, Laik anlayışlara doğru toplumu yönlendirenlere dur diyebilmek Müslümanların elindedir. Coğrafyanın kaderi, şişirilmiş yetersiz lider tiplerine, ulusal ordulara ve olağanüstü vasıflar atfedilen kurtarıcılara değil, Müslümanlara bağlıdır. Müslümanlar, Müslüman olabilmeyi başarmalı, kendi sorunlarını çözecek gayret ve vazifeyi bir an evvel üstlenmelidirler.