Kazanan kim?
Hamza ER
Ülke bir stresli seçimi daha geride bıraktı. Kaset siyaseti ve yolsuzluk-ananas göndermeleri temeline oturan seçimler, diğer partilerin adeta sözünün olmadığı, hükümet ve Gülen grubu atışmasına dönmüş veya döndürülmüş bir zeminde gerçekleşti.
Her yarışın bir kazananı ve kaybedeni olduğuna göre bu seçimin de kendine göre bir bilançosunun olması gerekiyor.
30 Mart seçimleri, yüzünü Batıya dönmüş ve kendisini o istikamette inşa etmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, tarihin en geniş katılımlı seçimlerinden biri olarak kayıtlara geçti. Katılım oranı yüzde 90'a yaklaştı. Bu açıdan baktığımızda tartışılamaz, tartışılması teklif dahi edilemez Atatürk milliyetçiliği, laik, demokratik, ulusalcı değerlerle, ekonomik alanda kapitalizmin, serbest piyasa ekonomisinin kurallarının benimsendiği rejim büyük oranda güvenoyu almış ve bu seçimden de güçlenerek çıkmıştır.
Refah Partisinin 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.38 oy alarak 158 milletvekilliği kazandığında dönemin Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’den seçimi değerlendirmesi istendiğinde; “bugün demokrasi kazanmıştır, bugün Türkiye Cumhuriyeti kazanmıştır, oy kullanma oranları büyük oranlara ulaşmıştır”demiş, seçimleri halkın rejime beyatı olarak okuduğunu ortaya koymuştu…
Yönetimler güçlerini halkın desteğinden alırlar. Tarihin farklı dilimlerinde halkın bu desteği göstermesi farklı araçlar ve imkânlarla sağlanırken, demokratik rejimlerde halkın sisteme bağlılığının, sadakatinin en temel göstergesi sandık olarak görülmektedir.
Bugün bunun en bariz örneklerini işgal edilen coğrafyalarda görüyoruz. Bölgeyle barışık olmayan kukla işbirlikçi idarecileri iş başına getirenler, bir de seçimler yoluyla halktan destek istemeye çalışmaktadırlar.
Irak’ta Maliki, Afganistan’da Karzai bu sahte, yapay idarecilerden sadece bir kaçıdır. Bu bölgelerde yapılan seçimler, sonuçlarından ziyade işgalcilerin kurmuş olduğu sistemle halkın adaptasyonun olup olmadığının göstergesi olarak görülmektedir.
İşte bu açıdan seçimlere katılıma büyük önem verilmekte, emperyalist proje sahipleri seçimlere katılımı, “acaba halkı ikna edebildik mi?”sorusunun cevabı olarak görmektedirler.
İslami değerlerin yok sayıldığı ve kaldırıldığı, yerine baştan aşağı Batıyı referans alan anlayışın ikame edildiği Türkiye Cumhuriyeti de yıllarca bunun mücadelesini vermiş, tek parti dönemlerinde zorla, darbe dönemlerinde korkuyla halkı sandığa sevk ederek adeta ellerini öptürmüştür.
Ancak zorlama ve baskının her daim kışkırtıcı bir yönünün olduğu da açıktır. Zorla bağlılığın da bir sonu olduğunu okuyanlar, halkın değerlerine barışık muvazaa partileri ile bu bağlılığı güçlendirmek ve taşmaya yakın öfkeyi dindirmek istemişlerdir.
Demokrat Parti, Adalet Partisi, MSP ve ANAP ile başlayan devleti halkla barıştırma projelerinin gelinen noktada AK Parti ile zirve yaptığı görülmektedir. Muhalif kimliği ortadan kaldıran, 1923-2023 hedefleri çizen, daha fazla devletçi, daha fazla demokrat, daha fazla cumhuriyetçi söylemlere sahip olan yöneticiler, sisteme tavırlı İslami kesimleri de rejime entegre etmeyi başarmışlardır.
2010 referandumu ile başlayan hızlı yükseliş, 30 Mart seçimleriyle zirveye ulaşmış, katılım oranlarına baktığımızda kazananın mevcut rejim olduğu gerçeği belirginleşmiştir.
Evet, bu asıl olan gerçekliği belirttikten sonra rakamsal verilere göre analiz bekleyenler için de bir şeyler söyleyelim. Herkesin görebildiği, ekranların önünde, gazetelerin manşetinde olanları biz de okuyalım…
AK Parti kazandı, Erdoğan köşk hazırlıkları yapmaya başladı, yeni veliaht tespiti için kulisler başladı. Kılıçdaroğlu kaybetti, büyük ihtimalle gidecek. Sarıgül yeni aktör olarak siyaset arenasına giriyor. Devlet Bahçeli durumu idare edecek. Gülen grubu mu, o zaten bir maşaydı, hem kendisini hem de birilerinin geleceğini tasfiye edecek ilişkilere girdi ve hakkındaki hükmü bekliyor.
Sonuç olarak birileri tasfiye edilecek, birileri yeni makamlarına sevk edilecek, birileri yeni Türkiye’nin ve bölgenin yeni aktörleri olacak.
Kim mi bunlar? Bekleyin, sadece 8-9 ay içerisinde hepimiz göreceğiz zaten…
Bu arada bizi de soranlar olabilir. Biz yüzyılı aşkındır kaybediyoruz zaten. Önde görülen ve sunulanların arka planlarını okuyabildiğimizde, camın üzerindekini bırakıp arkasındakini görebildiğimizde, kısa süreli kazanım hesapları uğruna istikametimizi terk etmediğimizde ve uzun soluklu planlar yapmaya başladığımızda inşallah yeniden kazanma yolunda adımlar atacağız.
Her yarışın bir kazananı ve kaybedeni olduğuna göre bu seçimin de kendine göre bir bilançosunun olması gerekiyor.
30 Mart seçimleri, yüzünü Batıya dönmüş ve kendisini o istikamette inşa etmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, tarihin en geniş katılımlı seçimlerinden biri olarak kayıtlara geçti. Katılım oranı yüzde 90'a yaklaştı. Bu açıdan baktığımızda tartışılamaz, tartışılması teklif dahi edilemez Atatürk milliyetçiliği, laik, demokratik, ulusalcı değerlerle, ekonomik alanda kapitalizmin, serbest piyasa ekonomisinin kurallarının benimsendiği rejim büyük oranda güvenoyu almış ve bu seçimden de güçlenerek çıkmıştır.
Refah Partisinin 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.38 oy alarak 158 milletvekilliği kazandığında dönemin Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’den seçimi değerlendirmesi istendiğinde; “bugün demokrasi kazanmıştır, bugün Türkiye Cumhuriyeti kazanmıştır, oy kullanma oranları büyük oranlara ulaşmıştır”demiş, seçimleri halkın rejime beyatı olarak okuduğunu ortaya koymuştu…
Yönetimler güçlerini halkın desteğinden alırlar. Tarihin farklı dilimlerinde halkın bu desteği göstermesi farklı araçlar ve imkânlarla sağlanırken, demokratik rejimlerde halkın sisteme bağlılığının, sadakatinin en temel göstergesi sandık olarak görülmektedir.
Bugün bunun en bariz örneklerini işgal edilen coğrafyalarda görüyoruz. Bölgeyle barışık olmayan kukla işbirlikçi idarecileri iş başına getirenler, bir de seçimler yoluyla halktan destek istemeye çalışmaktadırlar.
Irak’ta Maliki, Afganistan’da Karzai bu sahte, yapay idarecilerden sadece bir kaçıdır. Bu bölgelerde yapılan seçimler, sonuçlarından ziyade işgalcilerin kurmuş olduğu sistemle halkın adaptasyonun olup olmadığının göstergesi olarak görülmektedir.
İşte bu açıdan seçimlere katılıma büyük önem verilmekte, emperyalist proje sahipleri seçimlere katılımı, “acaba halkı ikna edebildik mi?”sorusunun cevabı olarak görmektedirler.
İslami değerlerin yok sayıldığı ve kaldırıldığı, yerine baştan aşağı Batıyı referans alan anlayışın ikame edildiği Türkiye Cumhuriyeti de yıllarca bunun mücadelesini vermiş, tek parti dönemlerinde zorla, darbe dönemlerinde korkuyla halkı sandığa sevk ederek adeta ellerini öptürmüştür.
Ancak zorlama ve baskının her daim kışkırtıcı bir yönünün olduğu da açıktır. Zorla bağlılığın da bir sonu olduğunu okuyanlar, halkın değerlerine barışık muvazaa partileri ile bu bağlılığı güçlendirmek ve taşmaya yakın öfkeyi dindirmek istemişlerdir.
Demokrat Parti, Adalet Partisi, MSP ve ANAP ile başlayan devleti halkla barıştırma projelerinin gelinen noktada AK Parti ile zirve yaptığı görülmektedir. Muhalif kimliği ortadan kaldıran, 1923-2023 hedefleri çizen, daha fazla devletçi, daha fazla demokrat, daha fazla cumhuriyetçi söylemlere sahip olan yöneticiler, sisteme tavırlı İslami kesimleri de rejime entegre etmeyi başarmışlardır.
2010 referandumu ile başlayan hızlı yükseliş, 30 Mart seçimleriyle zirveye ulaşmış, katılım oranlarına baktığımızda kazananın mevcut rejim olduğu gerçeği belirginleşmiştir.
Evet, bu asıl olan gerçekliği belirttikten sonra rakamsal verilere göre analiz bekleyenler için de bir şeyler söyleyelim. Herkesin görebildiği, ekranların önünde, gazetelerin manşetinde olanları biz de okuyalım…
AK Parti kazandı, Erdoğan köşk hazırlıkları yapmaya başladı, yeni veliaht tespiti için kulisler başladı. Kılıçdaroğlu kaybetti, büyük ihtimalle gidecek. Sarıgül yeni aktör olarak siyaset arenasına giriyor. Devlet Bahçeli durumu idare edecek. Gülen grubu mu, o zaten bir maşaydı, hem kendisini hem de birilerinin geleceğini tasfiye edecek ilişkilere girdi ve hakkındaki hükmü bekliyor.
Sonuç olarak birileri tasfiye edilecek, birileri yeni makamlarına sevk edilecek, birileri yeni Türkiye’nin ve bölgenin yeni aktörleri olacak.
Kim mi bunlar? Bekleyin, sadece 8-9 ay içerisinde hepimiz göreceğiz zaten…
Bu arada bizi de soranlar olabilir. Biz yüzyılı aşkındır kaybediyoruz zaten. Önde görülen ve sunulanların arka planlarını okuyabildiğimizde, camın üzerindekini bırakıp arkasındakini görebildiğimizde, kısa süreli kazanım hesapları uğruna istikametimizi terk etmediğimizde ve uzun soluklu planlar yapmaya başladığımızda inşallah yeniden kazanma yolunda adımlar atacağız.